kizilay_banner_728X090

Olur böyle vakalar

Bir Yardımcı Doçentin Seyir Defteri ve Akademik Apartheid
Bu haber 2014-10-16 09:48:48 eklenmiş ve 2135 kez görüntülenmiştir.
https://www.adscientificindex.com/add-profile-correction-form/?ref=banner

MEDiMAGAZiN OKUYUCU KÖŞESİ

21.10.1988 tarihinde Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalına Yardımcı Doçent olarak atandım. 1997 ve 2000 yıllarynda başvurduğum doçentlik eser incelemesi aşamasında başarısız bulundum.2000 yılında başvuru için yeni yayın koşulları (SCI – Expanded kapsamındaki dergilerde 3 yayın zorunluluğu) getirilmesi üzerine 3.başvurumu 2006, 4.başvurumu 2007 ve nihayet 5.başvurumu 2008 yılında gerçekleştirdim. Son 3 başvurumda da 2/3 başarısız bulundum.2008 başvurumla ilgili jüri raporlarını incelediğimde 1.incelemede 3 üyenin olumlu görüş bildirdiğini, olumsuz görüş bildiren 2 üyenin raporlarının Üniversitelerarası Kurul tarafından olumlu görüş bildiren 3 üyeye yeniden gönderilerek görüşlerinde bir değişiklik olup olmadığının sorulduğunu belirledim. Jüri üyelerinden birinin görüş değiştirmesi nedeniyle eser incelemesi aşamasından 2/3 başarısız bulundum. Yönetmelikte 2.incelemeye dair bir hüküm bulunmadığından dolayı Ankara 12. İdare Mahkemesi’ne dava açtım. Yapılan işlemde hukuka uyarlık bulunmadığından dava 15.05.2009 tarihinde lehime sonuçlandı ve karar Ankara Bölge İdare Mahkemesi’nce de onaylandı. Bu durum üzerine Üniversitelerarası Kurul Eylül 2009 tarihinde doçentliksözlü sınavı na girmeme karar verdi. 60 yaşında, yardımcı doçentliğimin 22. Yılında girdiğim doçentlik sözlü sınavı nın 1.sinde başarısız bulundum, Ekim 2009 tarihinde 2. Kez başvurduğum sözlü SINAVa girmedim. Bu arada da 2008 başvurumda eser inceleme aşamasynda verdiği olumsuz karar İdare Mahkemesi’nce ortadan kaldırılan jürinin, aynen sözlüsınavı mda da görevlendirilmesi Mahkeme kararının uygulanmaması anlamyna geldiği gerekçesiyle yeni jüri atanmasının gerçekleştirilmesi için İdare Mahkemesi’ne dava açtım. Dava süreci devam etmektedir.

Süreç teki bazı tespitlerimi camiayla paylaşmak istiyorum:
1.Sözlü sınavda 3 defa başarısız olan veya başarısız sayılan aday 4.kez başvurduğunda bu sınavı yapmak üzere yeni bir jüri oluşturulur. Yeni jüri oluşturulmasında mevcut jürinin salt çoğunluğunu sağlayacak sayıda üyesinin değiştirilmesi şarttır(Doçentlik Sınav Yönetmeliği Madde 6/20).Yeni jüri teşkilinde salt çoğunluğun değiştirilmesi kavramı etik ve hukuki açıdan ‘yeni bir jüri oluşturulur’ kavramıyla çelişmektedir. Adayın başarısız olduğuna 3 farklı zamanda karar veren jüri üyelerinden 2 sinin yeni jüride görevlendirilmesi adayın başarısını ciddi oranda (% 40) olumsuz olarak etkilemektedir.

2.Yönetmelik Md.6/12 ,sözlü sınav sonucunun jüri başkanınca üyeler önünde adaya sözlü olarak bildirilmesine yöneliktir.Olumsuz olduğuna karar verilmiş sözlü sınav sonucunun adaya sözü fazla uzatmadan bildirilmesi gerekirken,bazı  jüri başkanlarının gereksiz ve sıkıcı bir ‘söylev’i takiben sonucu açıklaması etik değildir ve insan haklarıyla bağdaşmamaktadır.Bu hususa gereken özen gösterilmelidir.

DOÇENTLİK SÖZLÜ SINAVLARINA GELİNCE
Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu sözlü sınavlarla ilgili olarak verdiği kararda:

1.Sözlü sınavı n sesli ve görüntülü kayıt yapılmak suretiyle gerçekleştirilmesi günümüzde mümkündür. Bu imkanın kullanılmaması hukuk devleti ilkesinin sağladığı güvenceyi zedelemektedir.

2.Sözlü ve görüntülü kayıt imkanı varken ayrıca sözlü sınav komisyon üyelerinin soru ve cevapları tutanağa başlaması gerekmemektedir.

3.Sözlü sınavda komisyon üyelerince takdir edilen notun gerekçeleri ortaya konulmalıdır.

4.Sınav öncesinde soruların ve yanıtlarının hazırlanmış olması gerekmektedir. Sınav sırasında, adaylara hazırlanmış olan bu sorulardan kur’a yöntemiyle belirlenenler sorulmalıdır.

Danıştay; sözlü sınavı n idari yargı denetimini sınırlandırdığını ve idarenin hukuka uygun davranmak zorunda olduğuna hükmetmektedir.

Kararda, bu bakımdan yargı yerince, idari işlemlerin sadece yürürlükteki kanun, tüzük, yönetmelik gibi düzenleyici işlemlere uygunluğundan öte, insan haklarına dayalı çağdaş ve evrensel anlamda genel hukuk prensiplerine uygunluk bakımından yapılacak ‘etkin yargılama’ ile denetlenmesi zorunluluğunun gündeme geldiği vurgulandı.

Ülkemizdeki doçentlik sözlü sınav uygulaması aşağıdaki gerekçeler nedeniyle hukuka aykırıdır. Mutlaka yeniden gözden geçirilmelidir.
1. Mülakat, yargısal denetime elverişli olmadığı için yönetimin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğuna ilişkin anayasal kurala (Anayasa 125/1. maddesi) aykırıdır. Her adaya sorulacak soru ya da soruların nasıl belirleneceği belirsizdir. Mülakat geçerli, güvenilir, nesnel değildir, yanlı uygulamalara olanak verebilmektedir. 

2. Mülakata tanınan ağırlık (%100) onun kaçınılmayacak sakıncalarını artıracak büyüklüktedir. “Denetlenemeyen takdir alanı” hukuka aykırı genişliği göstermektedir. Böyle bir uygulamanın hukuksal koruma görmemesi gerektiği açıktır.

3. İstenmeyen değişkenler (anlatım yeteneği, konuşmanın etkililiği, yanıt verenin şivesi, ses tonu, giyimi, kuşamı, davranışları) “mülakat”’ın geçerliliğini zedeler. Bir ölçme aracında bulunması gereken güvenirlik ve geçerlik özellikleri açısından sözlü sınavların yetersiz olduğu söylenebilir. 

4. Sözlü sınavların güvenilirlik düzeyi de düşüktür. Sınırlı sayıda sorunun sorulabildiği sözlü sınavların sonuçları, şans öğesinden büyük oranda etkilenebilir. Az sayıdaki soru ile belli bir konu alanında yoklanmak istenen bilgi ve beceriler örneklendirilemez. Kapsadığı sorular değişen her sözlü sınavda, sınava girenin farklı bir puan alması olasılığını güçlendirir. Şans ve rastlantı sonucun güvenilirliğini azaltır. Güç sorularla karşılaşan şanssız, kolay sorularla karşılaşan ise şanslı sayılabilir. Sözlü sınavlar, amaçlı biçimde kimi adaya zor, kimilerine kolay sorular sorulmasına da elverişlidir. 


Doğru yanıtı anımsatabilecek ipucunun kimi adaylara verilmesi, kimilerine verilmemesi, başarması istenmeyen adayların yanıltılması da sözlü sınavların ölçme değerini düşüren etmenlerdendir. Güvenilir olmayan bir ölçme aracının doçentlikünvanının verilmesinde %100 etkin olmasının kamu yararı, dolayısıyla hukuka uygunluğu yoktur.

5. Sözlü SINAVlar, nesnel (objektif) değildir. Sözlü sınavların, özellikle gizli sözlü sınavların nesnel olmadığı açıktır. Sonucu belirleyen sınavı yapanların öznel yargılarıdır. İçerik bakımından yargısal denetimi olanaksız kılmaları nedeniyle sözlü sınavlar kayırımcılığa en elverişli sınavlardır.

6. Sözlü sınavların puanlama güvenilirliği yoktur. Bu husus hukukla bağdaştırılamaz.

7. Sözlü sınavların giderilemeyecek sakıncaları bulunduğu uzun süreden beri bilinmekte ve savunulmaktadır. 1950’li yıllardan beri sözlü sınavlarda verilen notların gerçeği yansıtmadığı  (isabetli olmadığı) savunulmaktadır. Rastlantının büyük rol oynadığı bu tür sınavlar sakıncalı bulunmaktadır.


%100 etkinliği olan mülakat, arzu edilen adayları elemek için bir araç olarak kullanılmaya müsait görülmektedir. Bu nedenle adaylaryn ileride giderilmesi güç ya da tümüyle olanaksız zararlara uğramaları kaçınılmaz olacaktyr. 

Az sayıda jüri üyesinin bulunduğu gelişmekte olan bilim dallarında çeşitli eksenler etrafında gruplaşmalar olduğu bilinmektedir. Bu dallarda adayındoçentlik sözlü sınavlarında başarılı olup olmamasını gruplarla olan diyaloğu belirlemektedir.

Sorunun çözümü konusunda mevcut ilgili birimlerin herhangi bir çabalarını görememek beni gerçekten üzüyor. Ülkemizde hukuksal işleyiş çok ağır i şlediğinden bu konuda yeni bir dava süreci başlatmayı şimdilik düşünmüyorum. Yigilenen kuruluş veya kişilerle dayanışma içinde olacağını vurguluyor, yayın hayatınızdaki başarıların devamını diliyorum. 


Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 
Yrd. Doç. Dr. Tarık GÜNDÜZ
Adli Tıp Anabilim Dalı

 

 

kaynak: http://www.medimagazin.com.tr/haber.php?id=64667&q=doçentlik%20sınavı

 

Akademik Apartheid SUHEYB ÖĞÜT

20 Şubat 2015, Cuma

Bu ülke, herkesin bilip kimsenin îmâ etmeye dahi cesaret edemediği yakıcı hakikatlerle dolu.

Bunların en mühimi, ülkemiz akademyasının, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, Müslüman ırkçısı seküler bir apartheid olarak teşekkül etmesidir herhalde.

Günümüz Türkiyesinde "akademya" dediğimizde, bu müessesenin ideolojik harcını teşkil eden seçkin üniversitelerden bahsediyoruz elbette: Boğaziçi, ODTÜ, Bilkent, Sabancı, Koç, Bilgi, Mimar Sinan, Şehir, İstanbul, Ankara gibi.

Şimdilerde 28 Şubatçı zihniyetten yavaş yavaş kurtulmaya başlayan İstanbul Üniversitesini ve 28 Şubat zihniyetinin antitezi olarak kurulan çiçeği burnunda Şehir Üniversitesini bir kenara koyarsak, kalan üniversitelerde dikkatimizi celbeden müşterek bir hususiyetle karşılaşırız:

Bu üniversitelerin, bilhassa sosyal bilimler ve felsefe departmanlarının neredeyse bütün hocaları sekülerdir.

Hepimiz biliyoruz değil mi? Biliyoruz bilmesine de, bir türlü söyleyemiyoruz işte.

Bârizliğinin, aleniyetinin, sarâhatinin şiddetinden ötürü kendisini perdelemiş bir hakikat bu.

İşin sıkıntılı tarafıysa, bu hakikatin bünyesinde bastırılmış olan bir diğer hakikati, yani akademyamızın tam da sekülerist bir apartheid olduğunu ifade eden hakikati teslim etmek de göründüğü kadar kolay olmuyor maalesef.

Neden? Çünkü, bu hakikat, kendisini ilam eden hakikatten çok daha perdeli, çok daha örtülü (idi benim için uzun bir zaman boyunca. Lakin doktora tezimi yazarken geçirdiğim süreçte kendisini bihakkın idrak etme fırsatına sahip oldum çok şükür.).

Şöyle ki: "Seçkin" üniversitelerimizin sosyal bilimler departmanlarına gittiğinizde karşılaşacağınız umumî manzara, renk renk "anti-Kemalist" hocalar ve metinlerdir.

Bu bölümlerde Kürtlerin hakları müdafaa edilir, başörtülü kızlara yapılan zulümler tescil edilir, Ermenilerin gadredilişi teorik olarak tel'in edilir, Kemalizm'in heteroseksit ve ataerkil yapısı tenkit edilir.

Bu yüzden mevzubahis üniversitelerimizin sosyal bilimler departmanlarının hiçbirinde müstehcen Müslüman ırkçısı (Kemalist) söylemler duymazsınız.

İşte (ideolojik) "perde" asıl bu noktada inmeye başlamaktadır:

Bir tarafta Müslümanların Kemalist rejim tarafından nasıl da bastırıldığını, nasıl da tecrit edildiğini ders konusu yapan, yapmasa bile bu hakikati tereddütsüz tescil eden hocalarımız vardır.

Diğer tarafta ise, bu seküler hocaların ancak talebesi olabilen Müslümanlar.

Hiçbir Müslüman talebe -şayet doktora tezini Müslümanları tenkit etmek üzere yazmıyorsa- "seçkin" üniversitelerimizin sosyal bilim departmanlarında akademisyen olmayı aklının ucundan dahi geçiremez.

Tıpkı Kemalizm'in göz bebeği ordumuza er olarak girmenin ötesini aklının ucundan geçiremeyeceği gibi.

Ama bu hakikati hocalarımızın suratına vurmaya kalkıştığınız anda, kötü (niyetli) olan siz olursunuz.

Zira sizi kendi üniversitesinde meslektaş olarak görmek istemeyen, departmanında Müslüman bir meslektaşı olduğunu bir türlü göremediğiniz hocanız, tezinize ve yurt dışındaki üniversitelere müracaat etmenize yardımcı olabilir, size referans olabilir, sizinle yakından ilgilenebilir, sizinle okul dışında buluşup sohbet edebilir, hatta sizinle siyasi gösterilerde omuz omuza slogan bile atabilir.

Başka bir ifadeyle, dışarıdan baktığınızda, Müslümanlar talebeleriyle bir arada olmaktan imtina etmediği gibi Müslümanların çektiği eziyetleri de her fırsatta tenkit etmekten de geri durmayan bir hoca vardır karşınızda, ve siz bu hocaya neden departmanında neden bir tane dahi Müslüman temsiliyetine sahip bir akademisyenin bulunmadığını sormaya cesaret edemezsiniz.

Olsa olsa, tesadüfen böyle olmuştur. Aksini düşünmek kötü niyetliliktir...

Tam da bu yüzden Althusser, ideolojinin baştan sona maddi bir teşkilat, somut bir pratik olduğunu söylerken sonuna kadar haklıdır.

Mezkur üniversitelerimizin ideolojisinin esasen Müslüman ırkçılığı olduğunu söylemek için, bu minvalde kurulmuş olan müstehcen söylemler teftiş etmeye hiç lüzum yoktur.

Müslümanlardan tecrit edilmiş kadrolarıyla, Kemalist ideolojilerini her gün yeniden pornografikleştirmektedirler zaten.

Buna rağmen bu hakikati kristalize edemiyor olmamız ise, ideolojinin Zizek tarafından dikkat çekilen diğer bir veçhesine taalluk etmektedir:

Zizek'e göre ideoloji (teorik olarak) bildiğimiz halde (pratikte) inkar ettiğimiz hakikate dair ortaya çıkan yanılsamanın ta kendisidir.

Yani Zizekçi nokta-i nazarda ideoloji, sekülerist apartheid'ın aygıtı olarak vazife gören üniversitelerimizin bizzat böyle olduklarını şuurda bilmemize rağmen pratikte inkar etmemiz, sanki bu üniversitelerimiz böyle değillermiş gibi davranarak onların "anti-Kemalist" olduklarına dair fetişist bir yanılsama üretmemizdir.

BİR DOKTORA NASIL YAKILIR?

Buraya kadar anlattıklarım kaide hükmünde. Bir de bu kaidenin yakın zamanda tecrübe ettiğim bir istisnası var.

Sosyoloji doktoramı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde -"yaptım" diyemem ama- yapmaya çalıştım.

Çok üzücü bir süreç oldu benim için...

4.0 ortalama ile ders dönemini bitirdim, 60 kitaptan mes'ul olduğumuz yeterlilik imtihanını geçtim.

Sonra da teklif ettiğim tez konusunu yazmaya başladım: "Varlığın Semptomu Olarak Leviathan".

Tezim temel olarak teorik bir tezdi. Hobbes'la Zizek arasında kurduğum irtibatı Aristoteles, Descartes, Kant, Hegel, Heidegger, Derrida, Foucault, Schmitt, Agamben, Butler, Kristeva, ibn-i Haldun ve Girard üzerinden tavzih etmeye çalışmıştım.

Fakat bununla beraber, tezi bir felsefe tezi olmaktan çıkartmak için de sosyolojik bir mesele tayin etmiştim: Cinsellik.

Bu mesele üzerinden de -beklendiği üzere- özelde Kemalizm'e genelde ise sekülerizme tenkit getiriyordum.

Madem sabahtan akşama dinin en ağır tenkitlerini okumamızda bir beis yoktu, o zaman sekülerizmin ağır başlı bir tenkidini yapmamda da bir beis olmaması lazımdı.

Benim, dine yönelik şedid tenkitlere 15 yıl boyunca gösterdiğim tahammülü 200 sayfalık bir tez için seküler hocalarımdan pek tabii ki beklemeye hakkım vardı.

Diye düşündüm.

Tez yöneticim olan Sibel Yardımcı, ilk izleme jürisinden önce bazı yerlere itirazı olsa da çok sıkı bir tez yazdığımı söyledi en başta.

Sonra tez ilerleyip de seküler apartheidın iki mukaddesine, queer harekete ve feminizme tenkit getirmeye başlayınca işin rengi değişmeye başladı.

Tezim hâlâ sıkı bir tezdi. O kadar ki takip etmek de güçlük çekiyordu jüridekiler. Çok okuyormuşum, çok zekice irtibatlar kuruyormuşum ama yine de tez bir türlü olmuyormuş. Bilhassa cinsellikle âlâkalı kısımlar. Bunlar hiç de tezin insicamına uymuyormuş.

Sibel Yardımcı benden ısrarla cinsellikle alakalı kısımları çıkartmamı istedi. "Ama ben bütün teorik tartışmayı bu meseleden hareketle yazıyorum. Ne yapayım o zaman? Hem bu kısmı çıkarttığımda tezim kendisini bir felsefe tezi olmaktan temyiz etmeyi nasıl başaracak?" diye sorduğumda, baktım hiçbir cevap yok.

Neyse, sonunda tezi bitirdim, ama baktım Sibel hanımın rahatsızlığı daha da artmış. Bu tezi bu haliyle kabul etmeyeceğini tekit etti de bir türlü nasıl bir hale sokmam gerektiğini söyleyemedi maalesef.

Tez bitmiş, ama nasıl kabul ettireceğime dair hiçbir fikrim yok...

Hâsılı, en nihayet, Sibel hanım ağzındaki baklayı çıkardı. Charlie Hebdo katliamının ardından blogumda kaleme aldığım yazıyı okuduğunu, bu sayede uzun zamandır tezimin onu içten içe rahatsız eden vasfının adını koyma imkanına sahip olduğunu ve artık tez yöneticim olmak istemediğini bana mail yoluyla bildirdi.

Mailde yazdığına göre ben Sibel hanımın ve onun mensup olduğu seküler cemaatin "hayat tarzına düşman"mışım (tanıdık geldi mi?). Yazdığım yazı da bunun vesikası imiş. Bu sebeple, benimki gibi bir teze ortak olmak istemiyormuş.

Laf aramızda bu vesileyle kendisinin tezimi ne kadar iyi anladığını anlamış da oldum hocamızın. Zira tezin sırf bir bölümünü "hayat tarzı düşmanı" yaftalamasının bizatihi ırkçılıktan kaynaklandığını izaha hasretmiştim. Nitekim hocamızın bu kısımlara dair tek bir itirazı da yoktu.

Neyse...

İlk jüriden önce Ferda Keskin jürime katılmayacağını bildirdi. Sibel hanıma "Gezi meseleleri yüzünden mi hoca bana mesafe koydu?" diye sorduğumda tebessüm etti sadece.

Sonra Ali Akay jürimden çıktı. Allah var, onun çıkmasını ben istedim. İki saatlik jürinin 1 saat 40 dakikası boyunca defaatle "sen git edebiyat yaz" diyerek beni, "sen felsefeden anlamıyorsun" diyerek de ondan az evvel tezimden felsefi açıdan çok istifade ettiğini, benim çok ciddi bir felsefe müktesebatım olduğunu söyleyen felsefe profesörü Ayhan Çitil'i aşağıladığı için jürimden çıkmasını istedim. Sağ olsun hemen çıktı.

En sonunda da Sibel hanım.

Lakin bir tek Sibel hanım karın ağrısını sarihçe ifade etti. Kendisine teşekkür ediyorum. Lafı hiç dolandırmadan fikirlerini beyan etti. Ben de doktora programını bıraktım.

Ancak Sibel hanımın bu "samimi" ifadelerinin ciddi bir suç teşkil ettiğinin de bilinmesini istiyorum.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin rektörlüğüne şikayetimi bildirdim, hukukî açıdan gereğinin yapılmasını talep ettim. Henüz bir ses seda yok.

Fakat bu işin peşini bırakmayacağım inşaallah. Hukukî ne kadar yol varsa, hepsine müracaat edeceğim biiznillah.

Ta ki bu "dava" diğer ideolojik hocalarımıza ibret olsun da başka bir Müslüman zulme uğramasın.

ETİKETLER : Bir Yardımcı Doçentin Seyir Defteri süheyb öğüt akademik apartheid
Yorumlar
Adınız :
E-Mail :
Başlık :
Yorumunuz :
Güvenlik :
Değiştir  
Toplam 0 yorum. Tüm yorumları okumak için tıklayın.
Diğer AKADEMİ haberleri
ÇOK OKUNANLAR
SON YORUMLANANLAR
Arşiv Arama
- -