Üniversitesiz toplum
Akif Emre
Üniversite sınav sonuçlarının açıklanması üzerine dereceye giren öğrenciler, öğrencilerin devam ettiği kurslar, tercihlerdeki öncelikler basında yoğun yer aldı. Aslında gençlerin aldığı dereceler, beklentileri, büyüklerin duruma bakışı Türkiye'nin temel meselesinin ne olduğuna dair içler acısı bir manzarayı da ortaya çıkardı.
En son söylenmesi gerekeni baştan ifade edelim. Sınav sistemi bir kez daha, Türkiye'de gerçek anlamda üniversite olmadığını göstermiştir.
Bu konuyu yazmamı tetikleyen şey de dereceye giren gençlerimizden birinin açıklaması oldu. Maneviyata değer verdiğini söyleyen ve birinci olan öğrenci, hazırlık döneminde günde üç bin soru çözmüş. Bir gencin günde üç bin test sorusu çözmesi gibi ezbere dayalı yöntemlerle üniversiteye hazırlandığı bir eğitim sistemiyle karşı karşıyayız.
Daha hızlı, daha az hatasız, test çözme teknikleriyle, zihnin otomatik hale getirildiği, hiçbir analitik, kavramsal ve düşünmeye yönelik yeteneğin önemsenmediği bir sınav sistemi. Ne kadar hızlı, ne kadar çok ezber sahibi iseniz yani adeta reflekssel biçimde 'düşünme süzgeci'ni iptal edebiliyorsanız o kadar başarılı sayılacağınız bir modelden bahsediyoruz…
Türkiye'de eğitimin ezbere dayalı, düşünmeyi körelten bir yanı olduğu hep söylenir. Edinburgh Üniversitesi'nde matematik hocası olan bir dostum zaman zaman Türkiye'nin en saygın üniversitelerinden birinde misafir öğretim üyesi olarak ders vermeye gelir. Türkiye'deki üniversite eğitimini nasıl bulduğunu sorduğumda aldığım cevap bir yabancının evvel emirde gözünden kaçmayacak bir gerçeğimizi hatırlattı. "Gençler çok zeki fakat sanki bilinçli olarak düşünmelerinin engellenmek istendiği intibaı edindim."
İlkokul düzeyine inen, test tekniğine dayalı, ezberci, her türlü kavramsal düşünme yeteneğini körelten eğitim sisteminin alında yetiştirilmek istenen insan tipiyle yakından alakalı olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan ailelerin de çocuklarının daha ahlaklı ve insani nitelikleri kazanmış olmalarından çok nasıl iş bulabilecekleri kaygısına itildiği de başka bir gerçek.
Ailelerin beklentileri, verilen eğitim, önerilen insan tipiyle Türkiye'nin sosyoekonomik olarak üstlendiği 'rol model'liğinin arasında ilişki kurulmadan bu durum açıklanamaz. Dünyaya açıldığı söylenen Türkiye her nedense hiçbir alanda kendine ait patent geliştiremeyen, çok uluslu şirketlerin arkabahçesi bazı imalatlarla yetinen, hiçbir alanda stratejik teknolojisi olmayan bir ülke haline gelmiştir. Finans kapitalizmine kapısı ardına kadar açık, tüketime dayalý ürünlerin montajından öteye geçmeyen bir endüstri… Uluslararası sistemin Türkiye için belirlediği alana uygun insan tipi üretmekle meşgul eğitim sistemimiz… Düşünmeyen, araştırmayan, sistemin yapısını sorgulamayan ve buna vakti bile olmayan, maneviyatı yüksek, üretim bandına uygun beyaz yakalılar ülkesi…
Bu haliyle Çin'de ucuz iş gücünün damgasını vurduğu tablodan daha vahim bir hal sergiliyoruz. Sanat, edebiyat, düşünce gibi insan oluşumuzu idrak etmemize kapı aralayacak alanlarla ilgisi kalmamış, kazanmaya odaklı standartlara uygun eğitimli değil ama eğitilmiş insan tipi yetiştiriyor üniversiteler…
Özellikle 12 Eylül'den sonra eğitim müfredatındaki değişiklik, gençlerin dersten başka hiçbir sosyal, kültürel alanla ilgilenmesine imkân vermeyecek biçimde düzenlenmişti. Böylece anarşinin önlenmesi hedefleniyordu. Bu açıklamanın yanlış olmasa bile eksik olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. 12 Eylül modelinin aynı zamanda küresel sermayenin Türkiye'ye biçtği role uygun insan tipinin yetiştirilmesini hedeflediği gerçeği bugün daha iyi anlaşıyor.
Eğitim meselesi artık sınıfsal bir sorun haline gelmiştir. Eğtimin özelleştirilmesi bunu daha da pekiştirmiştir. Ekonomik gücü olan aile, çocuğunu eğitim kalitesi açısından en iyi okullarda okutabiliyor. Bunlardan mezun olanlar da ekonominin, bürokrasinin kilit yerlerine kolayca yerleşebiliyor. Bu yatırımı yapamayanlar ise Anadolu'nun her bir köşesine açılan malum şartlardaki sözüm ona üniversitelerde eğitim almakla yetinecek, yani işsizlik sorununu okulu bitirinceye kadar ertelemiş olacak.
Anadolu'dan gelen çalışkan ve disiplinli fakat ekonomik imkânı olmayan gençler de günde 3 bin soru çözerek daha çok para kazanacağını düşündüğü tıp fakültelerine veya mühendislik gibi ekonomik olarak avantajlı gördüğü okullara yönelecek.
Bu 'maneviyatı yüksek' çalışkan, dürüst Anadolu gençleri de sorgulayıcı ve eleştirel bakış açısından mahrum biçimde sisteme uygun model adayı olarak hayata atılmayı bekleyecek.
Sosyal bilimlerin, sanatın, ilahiyatın en başarılı talebeler arasından tercih edilmediği, sorgulayıcı zihin yapısı yerine standartlara uygun bir zihin yapýısına sahip ve üretim bandına uygun tipleri yetiştiren üniversitenin, ülkenin geleceğine dair hiçbir fikri olamaz ve hiçbir çözüm üretemez. Ancak kılık kıyafetle uğraşır.